ZAMANIN İÇİNDE KAYBOLMAK
Koşuyoruz.
Durmadan, dinlenmeden, hep bir yerlere yetişmeye çalışarak…
Gözümüz saatte, aklımız sıradaki işte, elimiz telefonda. Her şey yarım, her şey acele. Sabah kalkıyoruz ve gün, biz daha kendimize bile “merhaba” diyemeden başkalarının beklentileriyle doluyor.
Bir bakmışsın, gün bitmiş.
Haftalar, aylar birbirine karışmış.
Yüzünü tam hatırlayamadığın insanlarla dolu bir hayatta, en çok da kendini kaybetmişsin.
Ne kendimize vakit ayırabiliyoruz,
ne ailemize.
Ne bir dostun halini sorabiliyoruz içtenlikle,
ne de sevdiğimize iki güzel kelime fısıldayabiliyoruz yorgun bir günün sonunda.
“Vakit yok” diyoruz.
Ama aslında kaybettiğimiz tam da bu: Vakit. Zaman. Hayat.
Oysa en değerli şey bu değil miydi?
Bir çayın buharında durabilmek mesela…
Birkaç kelimeyle birinin içini ısıtabilmek.
Bir tebessümü karşılıksızca verebilmek.
Anneye içten bir teşekkür, babaya sade bir sarılma…
Evladının gözlerinin içine gerçekten bakmak.
Ama biz hep meşgulüz.
Ve bu meşguliyetin içinde, yaşamayı unutuyoruz.
Bir gün dönüp geriye bakacağız.
Ve göreceğiz ki peşinden koştuklarımızın çoğu aslında hiç de önemli değilmiş.
Zamanın içinde kaybolan bizmişiz.
Kalplerimizi ihmal etmişiz.
O bir türlü yazılamayan mesaj, o ertelenen buluşma, o geçiştirilen “seni seviyorum”…
Yitip gitmişiz.
Kendi hayatımızdan, kendi sevdiklerimizden…
Oysa hayat, o kadar güzel ki…
Biraz durabilsek.
Biraz hissedebilsek.
Gözümüzü meşguliyetlerden kaldırıp şöyle bir etrafa bakabilsek.
Hayat hep orada,
bizi bekliyor.
Sevgi hâlâ mümkün.
Zaman hâlâ bizim.
Kendimizi kaybetmiş olabiliriz…
Ama hâlâ bulunabiliriz.
Belki bir çayın deminde,
belki bir çocuğun gülüşünde,
belki de bu yazının satırlarında…
Bir yerlerde duruyoruz hâlâ.
Ve bu yeter,
başlamak için.
FACEBOOK YORUMLAR